10 Eylül 2015 Perşembe

Tek Mekanda Yaratılan Mucizeler



Not: Bu yazı, Büt Dergisi'nden alınmıştır.
Bu sayıda, konu başlığından da anlaşılacağı üzere, tek çekim mekanına sahip olan “12 Kızgın Adam”, “Ölüm Kararı” ve “Arka Pencere” filmlerini ele almaya karar verdim.  Konuya girmeden önce, sinemanın önemli görsel öğelerinden biri olan “mekan”dan biraz bahsetmek istiyorum. Bir filmi, seçtiğiniz mekana göre bambaşka bir noktaya taşıyabilirsiniz.
Örneğin;  çekim mekanınız beş katlı bir ev ise, illa lüks, havuzlu veya bakımlı olması gerekmez. Köhne, çürümüş ya da bir kısmı yanmış da olabilir. Görsellik elbette önemlidir fakat aslolan, seçilen mekanların senaryoya uygun oluşudur. Düşük gelirli bir ailenin yaşadığı evi, sırf gözlere hitap ettirmek veya seyirciyi yaşamak isteyeceği gibi bir ortama sokmak için lüks gösteremezsiniz. Her şeyden önce bir algı sanatı olan sinema, seyircinin beyninde yarattığından farklı olmamalıdır. Yani burada kurulması gereken denklem “doğru senaryo = doğru mekan”dır. Şimdi sırasıyla bu üç filmi inceleyelim.

Bakış Açınızı Değiştirin
Henry Fonda’nın başrolünü üstlendiği 1957 yapımı 12 Kızgın Adam, Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan beyazperdeye uyarlanarak, Sidney Lumet’ı ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturtmuştur. Ayrıca televizyon için 1997’de farklı bir castla tekrar çekilmiştir. Latin Amerikalı bir gencin, babasını öldürdüğü gerekçesiyle, cinayetle suçlanmasını konu edinen film, gerçeği oybirliğiyle ortaya çıkartacak 12 kişilik bir jürinin izlenimlerinden aktarıyor. Sadece 8 numaralı jüri üyesinin “suçsuz” yönünde karar verdiği oylamada, diğer jüri üyelerinin ikna süreçleri ve yaşamlarına dair izler gözler önüne seriliyor. Aynı görüşte olan 11 kişiden, kimisinin kanunlara karşı aşırı güven beslemesi, kimisinin yabancı düşmanlığı, kimisinin geçmişle olan hesaplaşması, kimisinin ise, çoğunluğa uyma çabası içerisinde oy kullanmasıyla şekillenen dava, özünde suçlu – suçsuz ayrımından çok,  öyleymiş gibi görünen bir takım neden ve sonuçların aslında öyle olmadığını, olaylara at gözlüğü yerine daha geniş bir perspektiften bakılması gerektiğini ve en önemlisi önyargılardan kurtulup, gerçeğin boyut değiştirebildiğinin bilincine varılmasını ispatlamakta başarılı.
Klasik bir toplantı salonu görünümünde olan mekan, senaryoya sağladığı uyumla mahkemenin o soğuk havasını, kapının dışında bırakarak, insan hayatı üzerinden girdiği tartışmalarla sıcak bir ortam yaratabilmiş. Soru – cevap tekniğine dayanan film, önce tezini belirleyip, sonra anti-teze geçerken, son derece mantıklı diyaloglarıyla sentezini biçimlendirmede usta bir matematiğe sahip. Böylece merak unsurunu üst düzeye tırmandıran filmin dinamizmi de sağlam bir yapıda şekillenmiş durumda karşımıza çıkıyor. Kişisel çıkarlar mı? Yoksa toplumsal çıkarlar mı? daha önemlidir sorusuna yanıt aradığımız film, kimi zaman tıpkı adı gibi bizi de kızgın bir adam haline getirse de, kimi zaman da her olayda bir mantık aranması gerektiğini, makulleşmenin doğal bir durum olduğunu ve her şeyin göründüğü gibi olmadığını betimler nitelikte.
Bir diğer önemli husus ise, film boyunca tüm karakterlerin adlarını duymak yerine yalnız numaralarını duymamız. Burada, ismin değil, yani bir başka deyişle bireyin değil, yaşanılan olayın ve neticelerinin, yani toplumun daha etken bir konumda oluşu, jüri üyelerinin toplum adına karar vermeleri ve üzerlerindeki toplum baskısı açıkça belirtilmiş. Fakat burada ders verici olan kısım, “yanlış bir karar verirsek halk bizi linç eder” zihniyetinden, “bir insanın hayatı üzerine karar veriyoruz beyler, ona göre düşünelim” zihniyetine geçişin vurgulanmasıdır. Sonuç olarak toplumu, toplum yapan yine bireydir…

Bu Sefer Gözlemci Kamera
Alfred Hitchock imzalı, 1948 yapımı Ölüm Kararı, tek mekan kullanım zorluğunu ustalıkla kotaran bir yapım. Hitchcock, bu zorluğa bir yenisini daha ekleyerek, kamerayı kaydını hiç durdurmadan yani kesme yapmadan, çeşitli kamera hareketleriyle bütün bir filmi no-stop çekerek, başarması güç bir olayın altından kalkmayı becerebilmiştir. Tabii burada oyunculuklarda önemli bir yer tutuyor. Yapılan tek hata, filmin baştan çekilmesine neden olabilir. Kamera ve mekan ilişkisine geçmeden evvel filmin konusuna bir göz atalım.
Aynı evde yaşayan iki üniversite öğrencisi Philip ve Brandon “kusursuz cinayet”in var olduğunu kanıtlamak ve böylece kendi zekalarını ispatlamak için eski sınıf arkadaşları David Kentley'i iple boğarak öldürürler. Cesedi, evdeki eski bir sandığın içine saklayan ikili, bir akşam yemeği daveti verirler. Üstelik bu yemekte yer alan davetliler arasında, öğretmenleri, Kentley'in ailesi ve nişanlısı da vardır. Hiçbir şeyden haberi olmayan davetliler tüm olağanlıkla yemeklerini bitirirken, misafirlerden biri, bir şeylerin yolunda gitmediğinden şüphelenmeye başlar.
Kamera, dolaştığı mekanda gerek duvar ya da kapı arkasında, gerekse sandığın etrafında dolaşarak, seyircinin konumunu yani “gözlemci” figürü destekler durumda kullanılmış. Bu da şüphe ve gerilim temasına uyum sağlamış. Bir önceki filmle (12 Kızgın Adam), Ölüm Raporu arasındaki temel fark ise, seyircinin her şeyi önceden biliyor oluşu. Haliyle merak unsuru da buna göre artma ve azalma göstermekte. Buradan hareketle oluşturulan soru-cevap tekniği, verilen tutuma göre biraz yavan kalsa da “biliyorum, yine de izliyorum” mantığını akıllara getiriyor. Aslında burada da bir zoru başarma durumu söz konusu. Olay akışının belli olduğu bir filmi, sıkıcı hale getirmeden izlettirmek kolay iş olmasa gerek. Gözüme çarpan iki film hilesi ise sırıtmadan kendini gizlemekte. Olayın kilit noktası sandık ise hiçbir zaman önden çekilmemiş. Ana faktör olarak kullanılmayarak, dikkat dağılımı önlenmiş ve düşünceler, diyaloglara kaydırılmış. Filmi izledikten sonra şu cümleyi kurmanız aşikar. “Onlar kusursuz cinayeti araya dursun. Ben kusursuz filmimi buldum.”

Gerçeğe Yaklaşın, Hatta Dürbünle Bakın
1954’de çekilen, Alfred Hitchock filmi Arka Pencere, yine tek mekan özelliğini bizlere dolu dolu sunan nadir yapımlardan biri. Mekan tanıtımıyla başlayan film, olayın geçtiği her kareyi seyirciye gösterirken, daha sonrası için bir ön hazırlık safhasında ilerlemiş. Ufak tefek ipuçlarıyla, seyirciyi kendine daha çok bağlayan Arka Pencere, önceki iki filmin aksine, “gerçek yakınlarda bir yerde, geniş bir çerçeveden bakmana gerek yok, daha yakından bak yeter” cümlesinin altını çizmekte. Bu yakınlaşma aracı ise filmin başrolü konumunda olan dürbün. Yani filmde öznel bakış açısı ağırlıkta. Cinayetin işlenip işlenmediği muamma olduğundan, bu göreceli duruma uygun bir bakış açısının seçilmesi filmi üstün kılmaya yetmiş. Kamera, bir dürbün gibi dolaşarak yine gösterici ve anlatıcı durumunda. Bunun tam anlaşılabilmesi için konuyu özetlemekte yarar var.
Geçirdiği kaza sonuncunda bacağını kırmasıyla New York’taki apartman dairesinde, zorunlu tatili sırasında arka penceresinden komşularını teleskopla seyrederek zaman geçirmeyi alışkanlık haline getiren fotoğrafçı Jeff, yine bir seyri sırasında komşusunun, karısını öldürdüğünden şüphelenmiş ve olayı araştırmaları için fotomodel sevgilisi Lisa ve hemşiresi Stella’dan yardım istemiştir. Bu çabalarının boşuna olduğuna inanan arkadaşları ise gerçeği görmekte geç kalacaklardır.
Filmdeki dezavantaj, soru-cevap tekniğinin akıcı bir şekilde kullanılmamış olması. Cinayetin gerçekten işlenip, işlenmediğini bilmediğiniz için, tüm sorular havada kalıyor. “Acaba boş yere mi kuruntu yapıyorum” hissine kapılıyorsunuz. Dolayısıyla temponuz biraz düşsede olayı öğrenmek için bütün sabrınızla filmi sonlandırmanıza engel olmuyor. Bana göre, bir gerilim ustası olan Hitchcock, bu filmde bu malzemeyi kullanamamış. Tüm olayı ortaya çıkaran köpek ise, aslında gerçeğin ne kadar basit olduğunu kanıtlar nitelikte. Önceki iki filmde bahsetmediğim ışık öğesi bu filmde kendini belli etmekte. Karanlık sahnelerdeki, yarı aydınlık yüz, karakterin sıkıntı ve baskı altında olduğunu betimlemekte başarılı. Son sahnede patlayan flaşlar ise ortalığı beyaza kaplarken, gerçeğin ortaya çıktığını, gizli saklı bir işin artık kalmadığını özetlemekte sahici ve doğal. Zaten çoğu klasik film bu şekildedir. Doğal, samimi ve inandırıcı. Yoksa nasıl inanırdık tek mekanda olmamıza rağmen, büyülü bir dünyada yarattığımız mucizeye?
Üç filmin ortak noktaları gün gibi ortada. Bazıları buna, “hep aynı konular” dese de, tüm benzerliklerine rağmen kendi içlerinde özgün kalabilmeyi başarabilmiş klasik filmleri, günümüz sinemasının ürettiği filmlerden önce izleyip, iyice sindirmenizi temenni ederim. Pişman olmayacaksınız…

Ege KÜÇÜKKİPER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder