10 Eylül 2015 Perşembe

Kemal Sunal ve 'Meşhur' Öyküsü



Not: Bu yazı, Büt Dergisi'nden alınmıştır.
Sizlere, bu yazımda her filmini defalarca, bıkmadan, usanmadan ve büyük bir zevkle izlediğiniz Kemal Sunal adlı fenomenin, kimin sayesinde ve nasıl bir yolla şöhretin kapılarını araladığını, şöhret olduktan sonraki başarısını nasıl devam ettirdiğini ve görünüşünün ardındaki başkalığını anlatacağım.
Tabii belirli bir tarih sıralaması ve olaylar döngüsü kapsamında. Bunun için öncelikle Türk Tiyatrosunun mihenk taşlarından, kabare türünün ilk örneklerini veren, Haldun Taner önderliğinde kurulan “Devekuşu Kabare” tiyatrosundan bahsetmem gerekiyor. “Sinema” başlığı adı altında bana tahsis edilen bölümü, “tiyatro” ile doldurup, kulvar değiştirdiğimi sanmayın. Sinema ve tiyatro her ne kadar birbirinden çok ayrı gibi gözükse de, aslında birbiriyle bütün oluşturabilen ve harmanlanabilen sanat dallarıdır. İşte, Kemal Sunal gibi bir aktör de tiyatroda öğrendiği mizahı, Ertem Eğilmez önderliğinde sinemaya taşımıştır. Ertem Eğilmez’in sinema bilgisi ile (Kemal Sunal o dönemlerde sinemaya çok yabancıydı), Kemal Sunal’ın sahne deneyimleri, disiplini, ve mizahı iyi kullanışı sayesinde, yani sinema ile tiyatronun iç içe girmesiyle bugünkü popülerliğini ve saygınlığını kazanmıştır.
Devekuşu Kabare diyordum. Metin Akpınar, Zeki Alasya, Ahmet Gülhan, Nevra Serezli, Ayşen Gruda, Nezih Tuncay, Suat Sungur ve hocaları Haldun Taner’in seyirci rekorları kıran, Devlet ve Şehir Tiyatrosu’ndan daha çok bilet satarak, Türkiye’de çığır aşan bu topluluğun arasında, hepimizin yakından tanıdığı Kemal Sunal’da vardı. Fakat yalnızca bir figürandı. Repliği dahi yoktu. “Bu kadar insan kimi, neyi izlemeye gidiyor yahu?” diye hayıflanıp duran, bir bakıma içten içe kendi merakına yenik düşen Ertem Eğilmez, kabarenin sergilediği bir oyunu izlemeye gitmesiyle, halkın tepkisini gözlemlemesiyle, kendinde, sinemaya yeni yüzler, yeni yetenekler kazandırma fikrini uyandırmıştı. Rolü ağırlıkta olan kişiler elbette Zeki Alasya ve Metin Akpınar ikilisiydi. Bu ikiliyi daha çok kesime ulaştırmayı amaç edinen Eğilmez, bir süre sonra bu fikrinden vazgeçti. Çünkü bu insanlar tek başlarına yeterli değildi. Kabare olarak, bir grup halinde halk tarafından sevilmişlerdi. Bu yazdıklarım elbette Ertem Eğilmez’in aklına gelenlerdi. Bütün tiyatroyla topyekün savaşa girer gibi film çekme hazırlığına girişildi. Tatlı Dillimadındaki filmin yönetmeni tabii ki Ertem Eğilmez idi.
Yine rollerin ağırlığı, Metin Akpınar ve Zeki Alasya’daydı. Fakat yine de bir korku vardı Ertem Eğilmez’in içinde. Risk almalı mıydı? Filmde hiç jön yoktu. Tiyatroda bu kadar iyi olan bir topluluk, bir sinema filminin altından kalkabilecek miydi? İkilemde kalan Eğilmez, çareyi Tarık Akan’ı filme dahil etmekte buldu. Böylece jön problemi de ortadan kalkmıştı. Kemal Sunal ise yine bir figürandı. Tiyatrodaki geleneği bozulmamış, replikli rollere geçememişti. Filmin çekim aşamaları bitip, vizyona girdiğinde, salon her seansta full çekiyordu. Ertem Eğilmez son derece mutluydu ama kafasını karıştıran bir şey vardı. Filmde, saniye saniye, seyircinin nerede güleceğini hesap eden Eğilmez, bir sahnede yanılmıştı. Hesabının tutarsız olduğunu anlamasıyla birlikte, yine merakına yenik düşüp, filmin ikinci seansına  girmişti. Seyirciler değişmiş fakat gülme eylemi yerini değiştirmemiş, aynı yerde salonu yıkıp, geçmişti. Ertem Eğilmez ise yine bu kahkaha bombardımanının nedenini anlayamamıştı. Son kez şansını deneyerek, üçüncü seansa girdiğinde, seyirci yine aynı yerde gülmüş ve düğüm çözülmüştü.
Sahne şöyleydi: Kemal Sunal, basketbol takımında oynayan bir gençtir. Tüm oyuncular idman yapmak için sıraya girmişlerdir. Kemal Sunal ise sıranın en arkasındadır. Uzun boylu, koca ağızlı, hiçbir ölçüye uymayan kaba bedeni ile tabir-i caizse “otuz iki diş sırıtmaktaydı.” Sadece sırıtmakta. Seyircinin gülüş sebebini bulan Eğilmez, Kemal Sunal’ın makus talihini yenmesine izin verecekti. Bir sonraki filminin jönü hazırdı. Kemal Sunal… Daha sonraları hayatımızda gülüşüyle yer edinecek olan Sunal’ın, meşhur olma hikayesi böyleydi. Belki de rol arkadaşları içinde, tiyatroyu bırakıp, sinemaya açılan tek isimdi. Ertem Eğilmez’in katkısı yadsınamazdı fakat Kemal Sunal’ın başarısını daim etmesi de kendi çalışmalarının bir sonucuydu. Görünenin aksine yani filmlerinde çizdiği portföyün tersine, günlük yaşamında pek konuşmayan, vakur, asık suratlı biriydi. Filmleri ile özel yaşantısı arasındaki tek ortak yön, iyi bir insan oluşuydu. Bu iyiliğini seyirciye de yansıtmayı başarabilmişti. İyi oluşu sadece yüreğine değil, oyunculuğuna da yansımıştı. Yansımasaydı, defalarca aynı filmleri izler durur muyduk? Boşuna dememişler iyi ve kaliteli oyuncular tiyatroculardan çıkar diye.
Her filmini defalarca izlemeyi bir yana bırakıp, büründüğü karakterlere bir bakalım. Bu karakterler ya “saf” ya da “köylü”. Farklı bir rol yok. Buna rağmen bunca yıldır izlediğimiz filmlerinden neden bıkmadık? Çünkü aslolan senaryoydu. Kemal Sunal ise bu senaryonun içerisinde, diğer tüm oyuncular gibi bir araçtı. Seyirciye duyguyu geçirecek olan bir araç. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock’un bir sözü durumu özetler sanıyorum. “İyi bir filmin ortaya çıkması için üç şey gereklidir. Senaryo, senaryo ve senaryo…” Yazılan senaryoların çoğu, toplumsal bir mesaj içermekte ve bu mesajı güldürü öğesinin içerisine sıkıştırmaktaydı. Kemal Sunal’ın güldürü kısmında yer almasından dolayı, filmin önemi senaryodan kayıp, oyuncuya dönmüştü. Film her ne kadar amacından sapsa da Kemal Sunal faktörü, seyirciyi, sinemaya çekiyor ve sinemanın gelişimi hızlanıyordu. Bu da bir amaçtı. Temel bir amaç…
İlk kez Garip filmiyle insanları ağlatmayı başarabilmiş, bir denemenin yolunu tutmuştu. Başarılı olan film, Sunal’ın dram yönünü seyirciye göstermekte sabırsızlansa da, yapımcılar risk almak istememiş ve bu defteri kapatmışlardı. Bana göre Kemal Sunal’ın daha iyi bir aktör olmasının önünü kesen başlıca neden budur! Üstelik Garip filmi, Sunal’ın 60. filmiydi. Ama sayının ne önemi vardı ki. O her zaman farklı rolleri denemenin yararlı olacağını düşüyordu. Sinemacıyım diye geçinenlerin ise tek bir derdi vardı. O da paraydı. Son filmi olan “Propaganda” ben de çok özel bir yere sahiptir. Son filmi olduğu için değil, kendi kabuğunu kırabildiği için. Her ne kadar saflığını kullansa da sonunda işe uyanan ve seyirciye farklı bir yönünü gösteren Sunal, bu özelliğini kendinde keşfederek başka bir filmin hazırlıklarına girişmişti bile. O film, Balalaykaydı. Film çekimi için, uçak korkusuna rağmen sanatı için, sineması için, halkı için, her şeyi göze almış; o uçağa binmiş ve malum son, onu en verimli döneminde aramızdan almıştı. (1944 - 2000)
78 sinema filmini bizlere miras bırakan, sinemanın bir numaralı fenomeni Kemal Sunal’ı saygı, sevgi ve özlemle anıyorum. Nurlar içinde yatsın. Gelecek nesiller, sinemacılar ve sanatseverler, bıraktığın bu zengin mirası koruyacaklardır.
Kemal Sunal’ın anısına…

Ege KÜÇÜKKİPER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder